MDERGI/8910A.010
(Temmuz 2005 Sayı 7)

SANAL ALEM Mİ?
DUT PEKMEZİ Mİ?
(ENFLASYON DÜZELTMESİNDEN SONRA KARAMBOL MÜ?)

Münir BELLEK

Rahmetli Cevat Fehmi BAŞKUT’un bilinen eseri “Buzlar Çözülmeden” nedense beni çok etkilemiştir.

Yazar, özellikle tek parti iktidarının memur-devlet özdeşleştirmesi ve anlayışı yanında halk-aydın, eski-yeni, yaşlı-genç nesil, şehirli-köylü, avam-sosyete özentiliği ve karşıtlığını ele almış diye düşünürüm. Oyunlarında bu çıkarcılık ve batılılaşmanın yanlış anlaşılması, sevgi ve anlayış yoksunluğu gibi insanlığın zaaflarını işlemiştir.

Okur yazar sayısının son derece kıt, kültür seviyesinin ve böyük adam anlayışının malum olduğu kuş uçmaz kervan geçmez bir Anadolu kasabasına bir karlı kış gününde bir kaymakam çıkagelir. Yeni atandığını söyleyen kaymakam davranış ve uygulamalarıyla eskilerinden el aman etmiş halkın kısa zamanda sevgisini kazanır. Her tarafı kar kış bürümüş, vilâyetle, başkentle tüm iletişimi kesilmiş kasabada kaymakamın tek derdi buzlar çözülmeden yapacaklarını bir an önce yapmaktır. Yapar da...

Oyunun sonunda buzlar çözülmüş, yollar geçit vermiştir. Halkın çılgınca sevgisini kazanmış kaymakamımıza görevli iki jandarma Bakırköy’den getirdikleri beyaz gömleği giydirerek kollarına girer ve götürürler...

* * *

Bir Anı: Kümülatif Faiz

Dergimiz elbette bir edebiyat dergisi değil.

Bir tarihte bürokratik bir ortamda kümülatif gecikme faizinin nasıl bir çılgınlık olduğunu hepimize çok şey veren değerli üstadımız Yılmaz ÖZBALCI’nın rakamsal örnekleriyle anlatıyordum. Baktım, açıklamalarım yeterli olmuyor.

Bakınız, net hasılat farkını beyan dışı bırakan mükellefin benim Ankara’dan İstanbul’a gittiğim yıllarda Moda, Fatih, Topağacı, Beyoğlu gibi semtlerde bir taşınmaza yatırdığını farzedin... Artık magazin basını bile Topağacını, Beyoğlu’nu zenginlik kıstası olarak değerlendirmiyor, beş para etmiyor oralar. Maliye bu hesap tarzıyla milletin canını mı alacak? Dediğimde, hazirundan el cevap:

- Boş ver Münir, kümülatif faiz hesabını. Sen başka türük söyle. Bizim sayın ... ile aramız iyi. Hemen kanunlaştıralım!

* * *

Okurlarımızdan

Lebib Yalkın’da gün boyu telefonlar durmaz. Aboneler, okurlar sadece yayınlarla ilgili sorular sormaz. Yüz küsur kişi birer kuyumcu titizliğinde onların derdine deva olmaya çalışırlar. İdarenin bedava hizmetkarları Lebib Yalkın çalışanları! Hiçbiri bundan yüksünmüyor, tüm kamu idaresine yardımcı olmakla, mükelleflere-müşterilerine (Başta Sayın Celal ORKA, Zeki YELKENCİ, Yaşar KESER...) hizmet vermekle mutluluk duyuyorlar.

Geçenlerde, LebibYalkın A.Ş. de olduğum bir gün okurlarımızdan birinin benimle konuşmak istediği bildirildi. Okurumuzla konuştuk bir süre. Yanıtımda kendisine 11.4.2005 tarih ve ..... sayılı sirkülerden bahsettim.

Bir süre sonra okurumuz tekrar telefonun öbür ucunda idi. Bana söyledikleri:

- Münir Bey, dikkatinizi çekerim. Beyannamenin kanuni süresi 15 Nisan. Bahsettiğiniz sirkülerin tarihi 11 Nisan 2005. O da internette veriliyor. Bir ihtilafım olsa ben bunu Avrupa İnsan Hakları Mahkemesine götürsem davayı kazanırım! Üstelik internetten beyanname eklerini indirmek de mümkün değil. Sirkülerdeki ile de tutmuyor, döküm alamıyoruz.

Ne diyeceğimi şaşırdım kaldım!

Aklıma Cumhuriyet’in ilk yıllarında Ankara garında İstanbul’dan gelen tren yolcularından inenler arasında gravatlı ya da kılık kıyafeti düzgün olanların devlet memuriyetine sevkedildikleri söylentisi geldi. Nereden nereye... Benim yurttaşım şak diye ne analizlere giriyor, neler düşünebiliyordu! Sıradan vatandaş denenler arasında daha niceleri vardı ki oturdukları yerde Kapıkule’den binlerce onbinlerce kilometre ötesini görebiliyorlardı. Ufukları o kadar genişti, mesaileri de yirmi dört saat! İnsanı hayran bırakıyorlardı. Birer gerçek sivil kahramanlardı sanki!

Ben onlara muhatap oldukça ülke ekonomisi için kötümser olamıyorum. Sırtlarına nüfusun yüzde doksanını yükleseniz de banamısın demiyorlar, şapka çıkarttırıyorlar insana!

* * *

Bir başka okurumuz:

- Münir Bey, yurt dışında okudum ve uzun yıllar orada kaldım. Babam; yeter artık oralarda vakit geçirdiğin, gel malına sahip çık dedi, geldim. Büyük olmasa da ülke ekonomisine bir katkımız oluyor. Onlarca, aileleriyle birlikte yüzlerce kişiye ekmek kapısı olmaya çalışıyoruz. Muhasebemizde dokuz on kişi. Allah sizi inandırsın yoruldum artık. Bize okutulan işletme idaresini bir türlü tatbik edemiyorum. Muhasebeden doğru dürüst yönetim muhasebesi verileri alamıyorum. Elemanlarımız hemen her ay yok A formu, yok B formu, üç ayı geçmeden geçici vergi çalışmaları, bitmez tükenmez enflasyon düzeltmeleri, yok sigorta, yok üretim bilmem nesi hazırlaması gibi bir sürü dairenin isteklerini hazırlamaktan başka bir iş yapamıyorlar. İçimden kızsam da emir demiri keser hesabı onlara kızamıyor, bir şey de söyleyemiyorum. Muhasebe servisi değil sanki vergi dairesi şubesi. Banka, gümrük... hepsi ayrı bir önem ve tavır içinde. Bankalara vere vere elimizde kuruluş gazetesi kalmadı. Beş yüz tane Ticaret Sicili gazetesi alsan yine yetmez. İşi büyütmek şöyle dursun sağlıklı yürütebilmek için, bu servisten işletme muhasebesinin analizleri için, veri almaya bile zaman kalmıyor. Kanunlar biz kafesteki kuşlar için gün aşırı değiştirilip duruyor! Bunlar sizin arkadaşlarınız, meslektaşlarınız değil mi? On işçi çalıştır, on kişilik de muhasebe servisi kur! Hiç böyle şey olur mu? Nereden de geldim. Vallahi ölümüne sebep olmaktan korkuyorum ihtiyarın; vicdan azabı çekerim diye. Bıktım, usandım artık. Tekrar yurt dışına dönmek istiyorum. Kapana kısılıp kaldım. Kalpten öldürecekler. Bu ne işmiş yahu?

İkinci harple birlikte anılardan silinmeyen bürokrasinin milletle arasına ördüğü duvarın son yirmi yıldır yeniden oluşmasından korkum büyük dersem yalan olmaz. Böyle olmasa da iyi niyetli (belki de korkak?) mahdut bir mükellef zümresini (Ki bunlar gerçekten ekonomi kahramanlarıdır) neredeyse ağır siklet boksörüne karşı ringe çıkartılan bir sinek sikletin durumuna benzetmek geliyor içimden!

Şu yap bozların kaybettirdiği zamanın maliyeti yok mudur bu toplumda? Kaybettiğimiz, boşa çalıştırdıklarımızın harcadıkları zamanın da bir maliyeti olacağına nasıl inanacağız bilmiyorum. Bu maliyeti mükellef üstlense de ülke için bir maliyet unsuru olmayacak mıdır kaybedilen zaman? Zamanın maliyeti bu toplum için sıfır sanki! Hepimizin en rahat harcadığı şey zaman! Sanki çocukluğumuzun davulcu parası bile değil!

* * *

Mihenk Taşı

Yetmiş milyonun ortalama öğrenim süresi henüz dört yılı bulmamış ise ne gam! E-devlete öncülük gerek: Vatandaşı Resmi Gazete’de tebliğ arama zahmetinden kurtarıp internet çağına atlatmak gerek! Bundan böyle her mükellef önce bilgisayar uzmanlığına terfi etmeli, sonra çetleşip sörf yaparak sirküler yakalamalı beyaz camda...

Şimdi bize geçit vermesin bakalım o AB’nin muhteremleri... Sekiz on sene önce alelacele şoför ehliyetlerini alıp cebimize koymadık mı? Şimdi de ekran tıklayıp e-mükellef olmuşuz haberimiz yok! Daha ne isterler bilmem ki?

Galiba biliyorum:

Mizah bir yana hemen herkes enflasyonun azgınlığında verginin, özsermayeden alındığını diline pelesenk etti.

Enflasyon bitti. Alın size enflasyon muhasebesi! İyi mi?

Üç beş kalem nazariyat bilançosuna göre fetvalar. Kim dinamik bir ortamda tek bir örnek ve denemesini yapmış ki?

Dut yemiş bülbülmisali...

Hep söyleriz: bana göre vergi dairesinin karşısındaki muhasebe bürosunda yapılamayacak hiçbir uygulama ve yasa maddesinden idare başarı sağlayamaz. Gerçeğin ta kendisi bu! Kimse kimseyi aldatmasın! Gerçek denek taşı bu kadar yakın!

İşsizliğin kol gezdiği, çanta ve mal kapkaçının vakayı adiyeden olduğu bir ortamda üç ayda bir peşin (geçici) vergi, enflasyon muhasebesi ters tepen silahtan başka birşey değil yurdum ekonomisinde. Devasa harcamaları, dağ gibi bankamatik bürokratlarını gören merdiven altlarında rızk peşinde koşanlar gardını mı alıyor dersiniz? Yoksa bir yanı (ve yönü) ile sermaye birikiminin yöntemini daha iyi mi biliyorlar acaba kayıt dışı ekonomide?

Okkanın Altındakiler

Hani yapılan iş ürkütülen kurbağaya değmedi diye türkçemizde güzel bir söz vardır. Milyonlarca iş saatinin karşılığı düşünülecek olursa sanki enflasyon muhasebesinin mali sonuçları için söylenmiş gibi geliyor insana. Baksanıza İstanbul Defterdarlığının 2004 beyanlarını değerlendirmesine “mükelleflerin % 27 si sıfır çekmiş”. Basına göre neredeyse üç mükelleften birinin durumu!

Söylence doğru ise, enflasyon muhasebesi ile sermayesi yeterli bazı gruplarda % 25 civarında vergi tasarrufu (avantajı) sağlanmış!

Naçizane söylemeliyiz; toplam 200-250 bin kişinin çalıştığı bu gruplar elbette önemlidir. Oralarda kar topu yuvarlanırken de büyür sermaye...

Ama daha da önemlisi on milyonların iş ve aş kapısı buldukları küçük ve orta büyüklükteki işletmeler çok çok daha önemlidir. KOBİ’ler, Anadolu kaplanları feda edilemez yurdum ekonomisinde.

Söylenenler ne idi?

Efendim, işletme sahipleri firmalarına paralarını koymuyorlar. Öz sermaye yerine kredi ile çalışıyorlar. Burada eşitlik sağlanması lazım (mış)! (Türkiye’de kaç firma banka kapısına gitmeden öz sermayesi ile çalışıyorsa! ya da kaç firma bankadan kredi alıp masraf yazıyor da firmanın sahibi Devlet tahviline para yatırıyor ya da tefecilikde parasını çalıştırıyorsa...) (Kredi verenler-bankalar getir şu paramı ver dese kaç firmanın patronu bir ceketiyle kalır ortalık yerde? Böylesi bir araştırma yapılsa sonuçlarını merak ediyorum doğrusu... Bunların sesi duyulabiliyor mu yeterince? (Basın mı, medya mı? Reklamın gücü nerede ki? Sesleri çıksın!)

İşletme alıp satmasa da, bir fon yaratamamış olsa da parasal olmayan varlıkları değerlendirecek yani farazi hesaplar yapacaktır. Enflasyon muhasebesi takdire değer, aktif, çalışkan müteşebbisi sürprizle karşılamaktadır. Nasıl, mükellefler arasındaki eşitlik ama? (Sermayesi dolup taşan, sermayesi yeterli olanlara bir piyango mudur? Kim diyor ki iş kur da yeni yeni zenginler ülke ekonomisinde boy atsınlar diye? Hani eşitler arasında daha eşit olanlar sermayesi yeterli olanlar mıdır? Bırakalım şu rakamsal atraksiyonları, enflasyon muhasebesini. Gerçek teşvik yeni iş alanları açılmasıdır, piyasadan silmek değil!)

Acil Sun’i Teneffüs

Şimdi acilen yasal tedbirler alınmaz ise bekle, ekonomiyi izle ona göre Allah kerim diye durulacaksa... Enflasyon bitme meylinde olduğuna göre yasal koşullar oluşmadığı takdirde 1986-2004 yılları arasındaki tedrici olarak enflasyon düzeltme müesseselerine (enflasyon muhasebesi devamlı uygulanacağı düşüncesiyle tamamen kaldırıldığına göre) ihtiyaç olmayacak mıdır?

Örneğin yeniden değerleme amortismana tabi iktisadi kıymetler için bir ihtiyaç değil midir? Düşük enflasyon ortamında da olsa...

Aktif varlıkların satışında tarihsel maliyetleri (enflasyonun yıllar itibariyle maliyet revizyonu yapılmaz ise) hakkaniyete uygun bir satış karı tespit edilebilir mi?

Ya yenileme fonu ya da öngörülen yatırım indirimi gereksiz miydi? Sahi ne olacak şimdi? Bu mükellef bir de azar azar enflasyon ile kemik veremi vergisi mi ödeyecek dersiniz?

İstihdamın önde gelen bir işsizlik reçetesi olduğu günümüzde enflasyon muhasebesi koşullarının gerçekleşip gerçekleşmediğine bakmak için zaman öldürmenin anlamı olamaz. % 100 lerle ifade edilen yirmi yıllık enflasyon ortamından kurtulan ülkede enflasyon geçtikten sonra onun muhasebesine sarılmak kadar anlamsız birşey olamaz.

Yoksa derdimiz yılda elli milyon vergi veren kuyumcuyu, sosyete dişçisini... korumak değil elbette. (Böylesi bir düşüncenin kırk küsur yıllık mesleğimizle bağdaşmayacağını söylemek dahi gereksizdir.)

Inter kafede çetleşme, televole sanal ve banal konuları da davet edeceğinden girmeyelim daha iyi. Bunların karın doyurması da zaten olanak dışı.

* * *

Dut Pekmezi

Eylül-Ekim aylarında bağ bozumunda genç kız ve annelerin ellerinden çıkan vakkudu vukkudu sesleri ile dolan sokaklarda mis gibi ak pekmezlerin çırpıldığı, Haziran Temmuz aylarında ağaçların tepelerindeki dutları güneş daha ısıtmadan yedikten sonra dalları silkeleyip çarşaflaradüşen dutları kaynatıp o nadide, doyumsuz en güzel kan ilacı haline getirenlere, dut pekmezlerini kaynatanlara yardım etmekle geçen bir çocukluğun ardından sanki matah bir şeymiş gibi dev marketlere girdiğimizde gözlerimiz hep o pekmezleri aramadan edemiyor!

Heyhat, o mübarek elleri ara ki bulasın...

Damaklara o enfes tadı üretenlerin çocukları ve torunları şimdi şehirli oldular: Hanımefendi, beyefendi! Kimisi iki-üç gün okudu, kimisi ilkokul şahadetnamesiyle (diploma) “mayışa geçti”. (Tercümesi: Ömür boyu aylık gelir. Çalışmasa da olur...) Nasıl böyük adam olmaz, culuk (hindi) gibi kubarmaz ki. Yanına yaklaşabilene aşkolsun! Beşi dahi bitiremiyenler, aslan gibi taşı sıksa suyunu çıkartabilecek babayiğit delikanlılar şehir sokaklarında ne iş olsa yaparım ağbi deyip dolaşıyor. Hanım kızlar babasının köşesinde kısmetini bekler durumda... Dövlet bize bakmıyoo abi... Hayat felsefesi buna dayandı galiba. Üretimden kime ne. İster domates, ister gömlek üretsin. Üretenin vay haline baş tacı edilecekleri yerde. Üretme hastalığına tutulup da başını derde sokanlar çareyi eski doğu blokuna taşınmakta arıyorlar galiba. Ama kimine göre onlar koskoca fabrikatör canım. Dertsiz, paraları çuvalla... Beyefendi dediğin hiç öyle süfli işlere girişir mi? Beyefendiler masa başında, kahve köşelerinde tesbih çekip cuvara (sigara) tozuturken, hanımefendiler gün gezmesi yapıyorlar! Katma değer sıfır. Yapılan sadece dedikodu... Tarla, bağ, bahçe ayrık otu dolu... Gel de kahrolma! Üretim bize haram mıdır nedir?

Evet, iki yıl önce rastlayıp aldığımız bir Çukurova üretimi pekmezin tadı damağımızda kaldı! Bir daha da koca İstanbul’da bulamadım. Geçen sene bidonun üstündeki numaraya telefon ettim. Şuralara şuralara bak dediler... Nafile. Bu sene Adana’ya yine telefon ettim. Telefondaki ses: “Patron benim! Şu telefon kardeşimin. Telefon edin, adresinize getirir, helalı hoş olsun. Ben kendisine telefon ediyorum şimdi” dedi. Ben böylesine nazik bir teklifi kabul edemeyeceğimi, amacımın o güzel pekmezini her yerde görmeyi arzu ettiğimi, oralardan almak istediğimi, oralarda görürsem çok daha mutlu olacağımı söyledim. O gani gönüllü üretim kahramanı, sıcak insan aynen:

- Beyim malımızı satmak için filanca market 30 bin, filanca market 40 bin dolar para istiyor peşin. Malın satılınca iki-üç ay sonra paranı gelir alırsın diyorlar. O para bizde nerede! Onun için ancak... marketde sattırabiliyoruz!

Dedi. O’na ne derece saygı ve sevgi duyuyor isem bir aydır aklıma geldikçe birşey yapamamanın o ve onun gibilere yardımcı olamamanın ıstırabını çekiyorum.

Kur dükkanı, topla sermayeyi şundan bundan... Ali’nin malını Veli’ye sat. İşletme sermayesi toplamak herhalde böyle oluyor. Kârı da akıl parası. Hayatta herşeyin bir bedeli olacak tabii. Eloğlu öğretecek tabii beşiği büyüyünce... setre pantolonlu katip olacak diye sallananlara... Anlarsak!

Hani derler ya “elin taşı ile elin kuşunu vurmak”! Bu galiba.

Kimi de vahşi kapitalizm diyordu galiba!

Alın teri ile üretecek. Bir noktaya gelecek. Patron olmaya heves edenin bir şekilde icabına bakılacak! Sahi yeni zenginler olmasın mı acaba? Bu kadar mı kıskancız, bu kadar mı insaftan yoksunuz?

* * *

Önümde gazete kupürleri:

“Basel II İlkeleri hem bankacılık sektörü hem de reel sektör firmaları için zorlayıcı unsurlar içeriyor.”

Merakım şu: Michel’in, Hans’ın XYZ bankası on yıl sonra Kırşehir’li Kemal kardeşlerin bulgur eleği için akreditif isteğini nasıl değerlendirecek?

Pazarda tatilcileri bizim uçaklardan ... Air nasıl kaparmış diye gözünün üstündeki kaşı bahane edip uçuş yasağı koymaları acaba gözümüzü açtı mı dersiniz? Saf mıyız, beşik kertmesi sevdalı mı?

Hoş, domatesin çekirdeğini tohumluk olarak ertesi yıla ayırmanın unutulduğu bir ortamda güneyde tarlaya ekilecek domates için (Hollanda ya da İsrail’e) gramına 30-40 milyon lira tohum parası veriliyorsa galiba fazla düşünmeye gerek var mıdır bilmiyorum. (Bu tohumdan alınan domatesin çekirdeklerinden tohum yapamaz, ertesi yıllarda domates üretemezsiniz. Yine ithalatçının tohumunu alacaksınız...)

Bir zamanlar bir reklam vardı. (Türkiye radyolarının anons aralarında verilen)

Uyumaktan da rahat

... Turizmle seyahat.

Derdin mi yok?

Kafanı takma,

Keçileri kaçırma!

Söylemesi kolay. 17 Ağustos 1999 u izleyen günlerde yere eğilip yıkıntılar arasına;

Sesimi duyan var mı?

Şeklindeki bağırışların hafızalardan çıkması mümkün müdür?

Bana bu soruları sorarsanız ne 9-5 mesaisinde, ne kalabalık metropollerde anlam bulurum.

Ben, rüzgarın döktüğü dutu sinekler üzerine üşüşmeden kazana atan usta Çukurovalı gibi pekmez haline getirmekte gerçek mutluluk ve ülke çıkarı bulurum. Saygım, sevgim toprağa, doğaya sahip çıkanlara, tüm üretenlere.



Not: Üstad Sn. Münir Bellek'in Lebib Yalkın dergisinin 2005-Temmuz sayısındaki makalesi.